Sızdığım
koltuktan sıçrayarak uyandım. Gece yarısına az kalmıştı. Telaşlandım. Eyvah
eyvah, ne yapacağım?
Burnuma
kızarmış ekmek kokusu geliyor. Gece yarısı kızarmış ekmek? Başım belada belli
ki. Çünkü sinirlendiği zaman yemek yer. E haliyle benim gibi biriyle birlikte
olduğundan biraz kilo aldı desem yalan olmaz. Tabi bu düşüncem beynimden dilime
yuvarlanırken bazı cümleler takla atıyor, bazı kelimelerse sağa sola çarparak
bambaşka bir şekil alıyor ve dudaklarımdan
“Yoo ne kilosu hayatım, çok güzelsin.” şeklinde çıkıyor. Evet
yuvarlanırken…beynimden… evet damağıma çarpıyor kelime… sensin kılıbık!
Yemeye
odaklandığı bu gibi zamanlarda geceyse ekmek kızartır, gündüz ise yapması
saatler sürecek bir yemekle uğraşır. Keskin bıçakla kabuğunu soyduğu şey domates
gibi görünse de aslında benim. Derimi yüzmek istediği için bunu domatese
yansıtırdı. Psikanaliz azizim, önemli. Kızgın yağa atılan malzemeden çıkan
cozur cozur sesler tüylerimi ürpertirdi. Çünkü bilirdim ki orada pişen aslında
yemek değil, imkânlar el verse bendim. Ey yumurtaya can veren yüce Rabbim, bana
patates olarak can vermediğin için binlerce şükür! Düdüklü tencereye bir tavuk
hapsetmekte mesela başkasının anlayamayacağı çok ince bir mesaj var. Salatalığı
doğrarken olay salatalıkla ilgili değil, olay bir hıyarla ilgili. Bunları
bilmek lazım. Kızdırdığınız kadının
yaptığı yemeklere dikkat edin. Ben bunlara “Maktul Menü” diyorum. Nerede
kesmeli, yakmalı, haşlamalı malzeme varsa onları seçer bilinçsiz şekilde. Yahut
seçtiği malzemeyi mesela bir havucu normal zamanlardaki gibi başını otuz derece
yana yatırıp şarkı mırıldanarak “doğramaz”. Birazdan avına saldıracak belgesel
kaplanı gibi gözlerini kısıp çat çut sesleriyle intikam alırcasına “keser”.
Kesmekle doğramanın farkı tam burada yüksek çözünürlüklü şekilde görülebilir.
Ekmeği
de mümkün olduğunca kızartır. Elinden gelse yani yenecek gibi olsa kapkara
yapacak. Sonra onu margarin reklamlarındaki gibi ağzının ucuyla ısırıp “ımmm,
mmmmm” diye yemez, keskin dişleriyle acımasızca ve kabaca koparıp neredeyse
bütün yutmaya çalışır. Ağzı tamamen maktul ile doluyken de sırtına on sekiz ok
saplanmış boğa gibi burnundan soluduğunu görürsünüz.
Bu
şartlarda yanına nasıl yaklaşayım şimdi? Sahi uykudan sıçramamın sebebini
söylemeyi unuttum. Yıldönümünü de böyle unuttum işte. Gece yarısına da pek bir
şey kalmadı. Vakit dolmak üzere. Ne yapsam saçma olacak. Sürpriz hazırlamıştım
ama bir aksaklık oldu getiremedim, desem? Sürprizi bozulan adam fosur fosur
uyumaz. “Hehehe unuttum sandın değil mi?” diye gevşek gevşek yanına gitsem
elimde bir hediyem yok.
Haşır
huşur…
Ekmek
poşetinin sesi. Of, her bir nesnenin sesinde geriliyorum. En iyisi şu kriz
anında her erkek gibi aptalca bir karar vereyim. Balkona gidiyorum. Atsam mı
kendimi? Yok yok. Aşağıda kapıcı bahçede bir şeylerle uğraşıyor. Bahçe…Güller!
Evet!
Mümkün
olduğunca kısık sesle sesleniyorum kapıcıya:
-Bora
abi... Bora abi...
Bora
tabi, ne var? Kapıcı diye adı Muhittin falan olmak zorunda mı?
-Buyuuuur!
-Abim
yavaş! Şu güllerden iki tane kopartsana, sepeti sarkıtıyorum.
-Olmaaz,
9 numaranın onlar.
Hay
dokuz numarayı dokuz kere…!
-Abi
ben konuştum az önce, yenisini alacağım sonra. Koy sen.
-He,
iyi madem.
Ohh.
Çekiyorum sepeti. Gülleri arkama saklayıp seçim kazanmış siyasetçi sırıtışıyla
mutfağa doğru gidiyorum. Öyle gururluyum ki pratik zekâmla bu işi çözdüğüm için,
neredeyse uygun adım tören yürüyüşüyle gideceğim.
Mutfağın
kapısına gelip ellerim hâlâ arkada, omzumu dayıyorum kapıya. Suratımda arabanın
tepesinden sarkıp Gülşen Bubikoğlu’nu öpen çapkın Tarık Akan bakışı var.
-Güzelim.
Ağzındaki
ekmekle bana dönüyor şirin boğam.
-No
vor!
- Sinirini
severim senin. Unuttum mu sandın? Odun muyum ben be?
Yaklaşıyorum
temkinli şekilde. Sonuçta halen mayınlı bölgedeyiz. Sarılıyorum tek kolumla.
Alnından öpüyorum. Gülleri çıkartıyorum.
-Yıldönümümüz
kutlu olsun. Şu güzel olan pırıl pırıl gül sensin, diğer garip de benim. Senin
yanında sönüğüm.
Bir
sessizlik oluyor. Yutkunuyor. Gülümsemek üzere olan yüzü ifadesizleşiyor. Ben
de yutkunuyorum.
-Canım…
-Eee
efendim?
-Bunlar
Şerife ablanın gülleri.
-Dokuz
numaradaki mi?
-Evet.
-Oha
ya!
-Ne?
-Ne
alakası var canım gül güle benzer. O da kırmızı bu…
-Git
buradan.
-Sen
beni dinlemiyorsun ki. Bu güller…
-Git
buradan dedim!
Tribünlerin
desibel rekorunu tek başına kırdığı için sevdiğimi tebrik etmek isterdim ama
zamanı değil. Hemen olay yerini terk edip montumu aldığım gibi merdivenlerden
hızla aşağı iniyorum. İnerken dokuz numaranın kapısının önünde duraksıyorum.
“Püüü,
gülünün de senin de Allah belanızı vermesin Şerife Abla.”
Sokaklarda
dolaşıyorum. Evde ölüm riskim ne zaman ortadan kalkar acaba? Bu vakitte de
oturacak bir yer yok ki. Dolaşırken montumun cebinden telefonumun sesini
duyuyorum. Mesaj atmış.
“Senden
yek idtepim bu günü hayıelamandı. Bunu bişe beveremiuosun. Bir güxel söz sötle,
seni tanıöak şçyle güzrl, şöyle mutluyum falsan de bir kere muylu et ya, ökğz!”
Sinirlenince
elleri titrediğinden mesaj yazarken yanlışlıkla bir yandaki harfe falan basar.
Ama ben anlarım. Yani demek istiyor ki:
“Senden
tek isteğim bu günü hatırlamandı. Bunu bile beceremiyorsun. Bir güzel söz söyle,
seni tanımak şöyle güzel şöyle mutluyum falan de. Bu bile yeterdi. Bir kere
mutlu et ya, öküz!”
Haklısın, sırf seni mutlu etmek için söylemem
bunu. Seni tanımak gerçekten güzel. Senin olmak ve sana sahip olmak en muhteşem
doğa olayı. Gel gör ki şu ök(s)üz erkekliğim… Arkadaş ne kadar çaba göstersem
de unutuyorum şu günleri ne yapayım? Sevmediğimden değil, hemcinslerim gibi
bende de olan bir donanımsal bir hata bu.
Mesaja
cevap veremem. Cevap beklediği için atmadığını biliyorum. Eve gidemem. Yani
gidersem dönüşüm muhteşem olmalı başkası kurtarmaz. Ne yapsak? Eve gitmezsem bu
sefer “Geceyi hangi karıyla geçirdin!” kavgası başlar.
Neye
sinirleniyorsa bu kadar? Sanki seni deli gibi sevdiğimi bilmiyorsun. Ne var
yani 364 gün güzel söz söyleyip bir gün koltukta sızmışsak. Hayret bir şey.
Açık
bir bakkal gördüm. “Süvariler!” diye haykırmak istiyorum. Kafama “Vefalı Türk
geldi yine” marşı çalıyor.
-Hayırlı
işler dayı.
-Sağ
ol hoş geldin.
-Dayı kâğıt
var mı?
-Yok
maalesef.
-Kalem?
-Uçlu
mu tükenmez mi?
-Tükenmez
tükenmez. (Ben tükendim o tükenmesin.)
-Defter
falan da mı yok dayı?
-Yok,
aslında vardı da sonuncuyu bugün albayın torunu aldı. Üçe gidiyor böyle sarı
saçlı, mavi gözlü, görsen oyuncak gibi çocuk. Çok tatlı kerata. Geçen gelmiş,
elinde bozuk paralar. Bakkal amca bununla çikolata olur mu, diyor. Olmaz ama
nasıl kıracaksın bakıyor boncuk boncuk. Babası öldü garibin, Albay dedesiyle
kalıyor anasıyla beraber…
Dayı
ne anlatıyorsun Allah aşkına.
-Hehe
evet tatlı olur çocuklar. Aa şu zarflardan ver bari bir tane dayı?
-He buyur.
-Haydi,
kolay gelsin.
-İyi
akşamlar.
En
yakın sokak lambasının dibine çöktüm. Kapıya not bırakacağım. Bula bula da zarf
bulduk. Buna da yazılmaz ki. Zarfı açtım tamamen. Etrafını koparttım. Sadece
arka kısmı kaldı. Heh böyle biraz not kâğıdına benzedi.
Başka
kâğıdım yok. Bakkala gidip üçe giden çocuk dinleyerek konsantrasyonumu bozamam.
Tek atımlık kurşun yani. Ne yazsam ki? Onu tanımanın nasıl olduğunu anlatayım. Bunu
istemişti zaten. Sipariş gibi olacak ama olsun. Sokak lambasının altında
oturuyorum, eve ne zaman dönebileceğimi bilmiyorum. Bundan daha kötü duruma
düşecek değilim. Bu ince kâğıda dizimde de yazamam şimdi yırtılır. Montumu
çıkartıp kâğıda altlık yapıyorum. Hava hayli serinmiş. Fark etmemiştim.
Üşüyerek düşünmeye başladım. Onu düşündükçe ısınıyor içim. Suratıma liseli kız
gülümsemesi oturuyor.
Seni
tanımak, seni tanımak… Seni tanımak biten bir şey değil ki. Her gün bambaşka
bir kadın keşfediyorum içinde. Her gün tekrar tekrar hayrete düşüyorum. Her gün
yeni dünyalar keşfediyorum sende. Seni tanımak…
Dünyayı keşfe çıkmak gibi seni tanımak
Seni bulmak kaybolmak gibi
Tertemiz havayı içine çekmek gibi sana sarılmak
Sen
Sabah ayazında titremeksin biraz
Öğle güneşiyle ısınmak
Bir çocuğun gözyaşını silmek gibi
Öpmek seni
Sana dokunmak
Yanardağda yüzmek gibi
Bir bebeğe şefkat duymak gibi sana bakmak
Seni sevmek
Okyanusa
damlamak gibi
Koşar
adım eve doğru gidiyorum. Apartmanın kapısından girdim. Merdivenleri çıkıyorum.
9 numaraya gelince yine bir sinir çöküyor üstüme. Derken Şerife Abla kapıyı
açıyor.
-Oğlum
benim çiçeklerimi neden koparttırdın!
Kokumu
mu aldın be kadın!
-Canım
ablam bir yanlışlık oldu kusura bakma, şimdi hastam var ben sana anlatırım
sonra olur mu? Yoksa niye kopartayım beni bilmez misin?
-Bilirim
zaten ondan soruyorum. Yoksa polis çağırmıştım çocuğum.
-Tamam
ablam müsaadenle ben işimi halledeyim. Seninle sonra helalleşiriz. İstediğin
güllerden alırım sana.
-İyi
öyle olsun.
-Öperim
tonton yanaklarından. Haydi, gir içeri de üşüme.
-Zevzek sen de!
Dedikten
sonra içeri girdi gülerek. Gülleri olmasa iyi kadın aslında.
Kapıya
gelip notu yapıştırı… yapıştıramıyorum. Bant falan alamadım ki. Neyse kapı
tokmağına sıkıştırayım. Aşağı indim yeniden. Apartmanın girişinde duruyorum.
Basıyorum zile. Çöküp oturuyorum eşiğe. Önce otomatiğe basıyor. Gelen giden
olmayınca kapıyı açıyor. Kapı kapandı. Muhtemelen şu an şiiri okuyor. Sinan
Çetin’in kapı açıp kapatmalı programındaki gerilimin aynısı. Hadi ama şiir bu
kadar uzun değildi.
Bip
bip…
Mesaj
geldi. Korkarak açıyorum mesajı:
“Yukarı
gel salak seni.”
Ohh…
Hızla çıkıyorum merdivenleri. Kapı aralık. İçeri giriyorum. İnşallah bu bir tuzak
değildir. Elinde kâğıt, yaşlı gözlerle gülümsüyor bana. Sarılıp
kucaklıyorum sımsıkı. Öpüyorum uzun uzun.
Sabaha
karşı koynumda yorgun yatarken terlemiş saçlarını okşayarak soruyorum.
-Nereden
anladın 9 numaranın gülü olduğunu ya?
-Şey,
geçen hafta doğum gününde annene gül almıştım ya…
Yorumlar
Yorum Gönder