Ana içeriğe atla

9 Numara

Sızdığım koltuktan sıçrayarak uyandım. Gece yarısına az kalmıştı. Telaşlandım. Eyvah eyvah, ne yapacağım?

Burnuma kızarmış ekmek kokusu geliyor. Gece yarısı kızarmış ekmek? Başım belada belli ki. Çünkü sinirlendiği zaman yemek yer. E haliyle benim gibi biriyle birlikte olduğundan biraz kilo aldı desem yalan olmaz. Tabi bu düşüncem beynimden dilime yuvarlanırken bazı cümleler takla atıyor, bazı kelimelerse sağa sola çarparak bambaşka bir şekil alıyor ve dudaklarımdan  “Yoo ne kilosu hayatım, çok güzelsin.” şeklinde çıkıyor. Evet yuvarlanırken…beynimden… evet damağıma çarpıyor kelime… sensin kılıbık!

Yemeye odaklandığı bu gibi zamanlarda geceyse ekmek kızartır, gündüz ise yapması saatler sürecek bir yemekle uğraşır. Keskin bıçakla kabuğunu soyduğu şey domates gibi görünse de aslında benim. Derimi yüzmek istediği için bunu domatese yansıtırdı. Psikanaliz azizim, önemli. Kızgın yağa atılan malzemeden çıkan cozur cozur sesler tüylerimi ürpertirdi. Çünkü bilirdim ki orada pişen aslında yemek değil, imkânlar el verse bendim. Ey yumurtaya can veren yüce Rabbim, bana patates olarak can vermediğin için binlerce şükür! Düdüklü tencereye bir tavuk hapsetmekte mesela başkasının anlayamayacağı çok ince bir mesaj var. Salatalığı doğrarken olay salatalıkla ilgili değil, olay bir hıyarla ilgili. Bunları bilmek lazım.  Kızdırdığınız kadının yaptığı yemeklere dikkat edin. Ben bunlara “Maktul Menü” diyorum. Nerede kesmeli, yakmalı, haşlamalı malzeme varsa onları seçer bilinçsiz şekilde. Yahut seçtiği malzemeyi mesela bir havucu normal zamanlardaki gibi başını otuz derece yana yatırıp şarkı mırıldanarak “doğramaz”. Birazdan avına saldıracak belgesel kaplanı gibi gözlerini kısıp çat çut sesleriyle intikam alırcasına “keser”. Kesmekle doğramanın farkı tam burada yüksek çözünürlüklü şekilde görülebilir.

Ekmeği de mümkün olduğunca kızartır. Elinden gelse yani yenecek gibi olsa kapkara yapacak. Sonra onu margarin reklamlarındaki gibi ağzının ucuyla ısırıp “ımmm, mmmmm” diye yemez, keskin dişleriyle acımasızca ve kabaca koparıp neredeyse bütün yutmaya çalışır. Ağzı tamamen maktul ile doluyken de sırtına on sekiz ok saplanmış boğa gibi burnundan soluduğunu görürsünüz.

Bu şartlarda yanına nasıl yaklaşayım şimdi? Sahi uykudan sıçramamın sebebini söylemeyi unuttum. Yıldönümünü de böyle unuttum işte. Gece yarısına da pek bir şey kalmadı. Vakit dolmak üzere. Ne yapsam saçma olacak. Sürpriz hazırlamıştım ama bir aksaklık oldu getiremedim, desem? Sürprizi bozulan adam fosur fosur uyumaz. “Hehehe unuttum sandın değil mi?” diye gevşek gevşek yanına gitsem elimde bir hediyem yok.

Haşır huşur…

Ekmek poşetinin sesi. Of, her bir nesnenin sesinde geriliyorum. En iyisi şu kriz anında her erkek gibi aptalca bir karar vereyim. Balkona gidiyorum. Atsam mı kendimi? Yok yok. Aşağıda kapıcı bahçede bir şeylerle uğraşıyor. Bahçe…Güller! Evet!

Mümkün olduğunca kısık sesle sesleniyorum kapıcıya:

-Bora abi... Bora abi...

Bora tabi, ne var? Kapıcı diye adı Muhittin falan olmak zorunda mı?

-Buyuuuur!

-Abim yavaş! Şu güllerden iki tane kopartsana, sepeti sarkıtıyorum.

-Olmaaz, 9 numaranın onlar.

Hay dokuz numarayı dokuz kere…! 

-Abi ben konuştum az önce, yenisini alacağım sonra. Koy sen.

-He, iyi madem.

Ohh. Çekiyorum sepeti. Gülleri arkama saklayıp seçim kazanmış siyasetçi sırıtışıyla mutfağa doğru gidiyorum. Öyle gururluyum ki pratik zekâmla bu işi çözdüğüm için, neredeyse uygun adım tören yürüyüşüyle gideceğim.

Mutfağın kapısına gelip ellerim hâlâ arkada, omzumu dayıyorum kapıya. Suratımda arabanın tepesinden sarkıp Gülşen Bubikoğlu’nu öpen çapkın Tarık Akan bakışı var.

-Güzelim.

Ağzındaki ekmekle bana dönüyor şirin boğam.

-No vor!

- Sinirini severim senin. Unuttum mu sandın? Odun muyum ben be?

Yaklaşıyorum temkinli şekilde. Sonuçta halen mayınlı bölgedeyiz. Sarılıyorum tek kolumla. Alnından öpüyorum. Gülleri çıkartıyorum.

-Yıldönümümüz kutlu olsun. Şu güzel olan pırıl pırıl gül sensin, diğer garip de benim. Senin yanında sönüğüm.

Bir sessizlik oluyor. Yutkunuyor. Gülümsemek üzere olan yüzü ifadesizleşiyor. Ben de yutkunuyorum.

-Canım…

-Eee efendim?

-Bunlar Şerife ablanın gülleri.

-Dokuz numaradaki mi?

-Evet.

-Oha ya!

-Ne?

-Ne alakası var canım gül güle benzer. O da kırmızı bu…

-Git buradan.

-Sen beni dinlemiyorsun ki. Bu güller…

-Git buradan dedim!

Tribünlerin desibel rekorunu tek başına kırdığı için sevdiğimi tebrik etmek isterdim ama zamanı değil. Hemen olay yerini terk edip montumu aldığım gibi merdivenlerden hızla aşağı iniyorum. İnerken dokuz numaranın kapısının önünde duraksıyorum.

“Püüü, gülünün de senin de Allah belanızı vermesin Şerife Abla.”

Sokaklarda dolaşıyorum. Evde ölüm riskim ne zaman ortadan kalkar acaba? Bu vakitte de oturacak bir yer yok ki. Dolaşırken montumun cebinden telefonumun sesini duyuyorum. Mesaj atmış.

“Senden yek idtepim bu günü hayıelamandı. Bunu bişe beveremiuosun. Bir güxel söz sötle, seni tanıöak şçyle güzrl, şöyle mutluyum falsan de bir kere muylu et ya, ökğz!”

Sinirlenince elleri titrediğinden mesaj yazarken yanlışlıkla bir yandaki harfe falan basar. Ama ben anlarım. Yani demek istiyor ki:

“Senden tek isteğim bu günü hatırlamandı. Bunu bile beceremiyorsun. Bir güzel söz söyle, seni tanımak şöyle güzel şöyle mutluyum falan de. Bu bile yeterdi. Bir kere mutlu et ya, öküz!”

 Haklısın, sırf seni mutlu etmek için söylemem bunu. Seni tanımak gerçekten güzel. Senin olmak ve sana sahip olmak en muhteşem doğa olayı. Gel gör ki şu ök(s)üz erkekliğim… Arkadaş ne kadar çaba göstersem de unutuyorum şu günleri ne yapayım? Sevmediğimden değil, hemcinslerim gibi bende de olan bir donanımsal bir hata bu.

Mesaja cevap veremem. Cevap beklediği için atmadığını biliyorum. Eve gidemem. Yani gidersem dönüşüm muhteşem olmalı başkası kurtarmaz. Ne yapsak? Eve gitmezsem bu sefer “Geceyi hangi karıyla geçirdin!” kavgası başlar.

Neye sinirleniyorsa bu kadar? Sanki seni deli gibi sevdiğimi bilmiyorsun. Ne var yani 364 gün güzel söz söyleyip bir gün koltukta sızmışsak. Hayret bir şey.

Açık bir bakkal gördüm. “Süvariler!” diye haykırmak istiyorum. Kafama “Vefalı Türk geldi yine” marşı çalıyor.

-Hayırlı işler dayı.

-Sağ ol hoş geldin.

-Dayı kâğıt var mı?

-Yok maalesef.

-Kalem?

-Uçlu mu tükenmez mi?

-Tükenmez tükenmez. (Ben tükendim o tükenmesin.)

-Defter falan da mı yok dayı?

-Yok, aslında vardı da sonuncuyu bugün albayın torunu aldı. Üçe gidiyor böyle sarı saçlı, mavi gözlü, görsen oyuncak gibi çocuk. Çok tatlı kerata. Geçen gelmiş, elinde bozuk paralar. Bakkal amca bununla çikolata olur mu, diyor. Olmaz ama nasıl kıracaksın bakıyor boncuk boncuk. Babası öldü garibin, Albay dedesiyle kalıyor anasıyla beraber…

Dayı ne anlatıyorsun Allah aşkına.

-Hehe evet tatlı olur çocuklar. Aa şu zarflardan ver bari bir tane dayı?

-He buyur.

-Haydi, kolay gelsin.

-İyi akşamlar.

En yakın sokak lambasının dibine çöktüm. Kapıya not bırakacağım. Bula bula da zarf bulduk. Buna da yazılmaz ki. Zarfı açtım tamamen. Etrafını koparttım. Sadece arka kısmı kaldı. Heh böyle biraz not kâğıdına benzedi.

Başka kâğıdım yok. Bakkala gidip üçe giden çocuk dinleyerek konsantrasyonumu bozamam. Tek atımlık kurşun yani. Ne yazsam ki? Onu tanımanın nasıl olduğunu anlatayım. Bunu istemişti zaten. Sipariş gibi olacak ama olsun. Sokak lambasının altında oturuyorum, eve ne zaman dönebileceğimi bilmiyorum. Bundan daha kötü duruma düşecek değilim. Bu ince kâğıda dizimde de yazamam şimdi yırtılır. Montumu çıkartıp kâğıda altlık yapıyorum. Hava hayli serinmiş. Fark etmemiştim. Üşüyerek düşünmeye başladım. Onu düşündükçe ısınıyor içim. Suratıma liseli kız gülümsemesi oturuyor.

Seni tanımak, seni tanımak… Seni tanımak biten bir şey değil ki. Her gün bambaşka bir kadın keşfediyorum içinde. Her gün tekrar tekrar hayrete düşüyorum. Her gün yeni dünyalar keşfediyorum sende. Seni tanımak…

Dünyayı keşfe çıkmak gibi seni tanımak
Seni bulmak kaybolmak gibi
Tertemiz havayı içine çekmek gibi sana sarılmak
Sen
Sabah ayazında titremeksin biraz
Öğle güneşiyle ısınmak
Bir çocuğun gözyaşını silmek gibi
Öpmek seni
Sana dokunmak
Yanardağda yüzmek gibi
Bir bebeğe şefkat duymak gibi sana bakmak
Seni sevmek
Okyanusa damlamak gibi

Koşar adım eve doğru gidiyorum. Apartmanın kapısından girdim. Merdivenleri çıkıyorum. 9 numaraya gelince yine bir sinir çöküyor üstüme. Derken Şerife Abla kapıyı açıyor.

-Oğlum benim çiçeklerimi neden koparttırdın!

Kokumu mu aldın be kadın!

-Canım ablam bir yanlışlık oldu kusura bakma, şimdi hastam var ben sana anlatırım sonra olur mu? Yoksa niye kopartayım beni bilmez misin?

-Bilirim zaten ondan soruyorum. Yoksa polis çağırmıştım çocuğum.

-Tamam ablam müsaadenle ben işimi halledeyim. Seninle sonra helalleşiriz. İstediğin güllerden alırım sana.

-İyi öyle olsun.

-Öperim tonton yanaklarından. Haydi, gir içeri de üşüme.

-Zevzek sen de!

Dedikten sonra içeri girdi gülerek. Gülleri olmasa iyi kadın aslında. 

Kapıya gelip notu yapıştırı… yapıştıramıyorum. Bant falan alamadım ki. Neyse kapı tokmağına sıkıştırayım. Aşağı indim yeniden. Apartmanın girişinde duruyorum. Basıyorum zile. Çöküp oturuyorum eşiğe. Önce otomatiğe basıyor. Gelen giden olmayınca kapıyı açıyor. Kapı kapandı. Muhtemelen şu an şiiri okuyor. Sinan Çetin’in kapı açıp kapatmalı programındaki gerilimin aynısı. Hadi ama şiir bu kadar uzun değildi.

Bip bip…

Mesaj geldi. Korkarak açıyorum mesajı:

“Yukarı gel salak seni.” 

Ohh… Hızla çıkıyorum merdivenleri. Kapı aralık. İçeri giriyorum. İnşallah bu bir tuzak değildir. Elinde kâğıt, yaşlı gözlerle gülümsüyor bana. Sarılıp kucaklıyorum sımsıkı. Öpüyorum uzun uzun.
Sabaha karşı koynumda yorgun yatarken terlemiş saçlarını okşayarak soruyorum.

-Nereden anladın 9 numaranın gülü olduğunu ya?


-Şey, geçen hafta doğum gününde annene gül almıştım ya… 

Üye olursanız yeni yayınlardan anında haberdar olabilir, beni ilk siz gömebilirsiniz. Teşekkürler Homo okuyans! https://www.instagram.com/anormal_kitaplik/ https://www.youtube.com/channel/UCaLDsJFGk0o5mW1tzi3EBgQ/videos

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

VEDA

 Tam on gün oldu doğru düzgün konuşmayalı. On gün doğru düzgün konuşmamak normal insanlar için normal bir eylemdir. Ancak aşık insanlar için on gün konuşmamak günde 24 saatten 240, günde 1440 dakikadan 14400 kere ölümün kıyısında yaşamak demektir. Aşık olunca hayat tozpembe değildir. Aşık kişinin sevdiğinin verdiği acıya bile razı olması, acının pembe olduğunu göstermez. Neticede kara sevdalı adam bile bileğini kestiğinde akan kan kırmızıdır. Kırmızıya aşkın rengi denmesinin bir sebebi var. Bugün o kırmızılı kadınla her şeyi konuşmaya karar verdik. Ayan beyan sebebini bilsek de bilmiyormuş gibi yapmaya, aramızdaki sorunları düzeltmeye karar verdik. Yani ben karar verdim. Kararımı bildiren bir not bıraktım ona: Her şey konuşulmalı Anlatılmalı bir bir Tüm masallar gerçeğe dönmeli bu gece Her şeyi anlatmalıyız Yalnızlıklarımızı anlatmalıyız Savaşlarımızı ve isyanlarımızı Mutluluklarımızı anlatmalıyız Ayağımıza batan dikenleri Sevdiklerimizi ve sevmediklerimi

KÜÇÜK ADAM

Bu güzel Nisan akşamında 77 sene evvel bugünlerde gerçekleşen acı bir olayı hatırladım. 77 sene evvel bugünlerde güzel havalar tarafından Orhan Veli’ye bir komplo kuruldu.  Bu komplo öylesine ani ve akıl alıcıydı ki insan mahvoluyor, işini kaybediyor, tütüne başlıyor, karnını doyurmayı unutup şiir yazıyor ve daha kötüsü âşık bile olabiliyordu. 77 sene evvel Orhan Veli’ye kurulan bu hain tuzağa şimdi ben düşüyorum. Avarelik… Hayatı ciddiye almak için elimden geleni yapsam da Orhan Veli ile tanıştığımdan beri beceremiyorum. Onu güzel havalar mahvediyor beni ise bütün havalar. Yağmur yağdığında yağmurda ıslanmak, kar yağdığında kardan adam yapmak, rüzgârlı havada rüzgara karşı tükürmek, güneş açtığında kıyafetlerimden kurtulup güneşi tenimde gezdirmekten daha önemli bir iş göremiyorum. Dışarıda bunları yapmak varken kıçımı günde bir saat kadar koyduğum koltuğun taksitleri için çalışmak insanın saçını beyazlatıyor. Orhan Veli gibi istifa ediversem? Avareliğin kitabını yazsam otur