Ana içeriğe atla

VEDA

 Tam on gün oldu doğru düzgün konuşmayalı. On gün doğru düzgün konuşmamak normal insanlar için normal bir eylemdir. Ancak aşık insanlar için on gün konuşmamak günde 24 saatten 240, günde 1440 dakikadan 14400 kere ölümün kıyısında yaşamak demektir. Aşık olunca hayat tozpembe değildir. Aşık kişinin sevdiğinin verdiği acıya bile razı olması, acının pembe olduğunu göstermez. Neticede kara sevdalı adam bile bileğini kestiğinde akan kan kırmızıdır. Kırmızıya aşkın rengi denmesinin bir sebebi var.

Bugün o kırmızılı kadınla her şeyi konuşmaya karar verdik. Ayan beyan sebebini bilsek de bilmiyormuş gibi yapmaya, aramızdaki sorunları düzeltmeye karar verdik. Yani ben karar verdim. Kararımı bildiren bir not bıraktım ona:




Her şey konuşulmalı
Anlatılmalı bir bir
Tüm masallar gerçeğe dönmeli bu gece
Her şeyi anlatmalıyız
Yalnızlıklarımızı anlatmalıyız
Savaşlarımızı ve isyanlarımızı
Mutluluklarımızı anlatmalıyız
Ayağımıza batan dikenleri
Sevdiklerimizi ve sevmediklerimizi
Her şey dile gelmeli bu gece bitmeden
Hayallerimizi anlatmalıyız
Henüz kurmadıklarımızı bile
Her şeyi öğrenmeliyiz bu gece
Anlatmalıyız yaşanmamış anılarımızı bile
Geçmiş kadar derin
An kadar berrak
Gelecek kadar dürüst olmalıyız
Yaşanmışlara gülüp geçmeliyiz
Cesur olmalıyız bu gece
Kapkaranlık gecede ışıl ışıl olmalıyız

“Saat sekiz, sarmaşık meyhanesi.” dedi. Peki, dedim. Peki… Tıpkı benden beklendiği gibi. A4 kâğıdı sınırları dışında itiraz ettiğim görülmemiştir zaten. Sarmaşık meyhanesi, tanıştığımız meyhaneydi. Belki yeniden canlanacağımız… Ne saçmalıyorum ben? Ölünün canlandığını kim görmüş ki?

O ilk tanıştığımız günü düşündüm akşama kadar. Hiç sormamıştı ama belki sınav yapar bana, “Tanıştığımızda ne vardı üstümde?” derse cevabım hazırdı: “Sana hayranlıkla bakan gözlerim.” Utanıp gözlerini aşağıya çevirecek, sonra hafif kızarmış yanaklarıyla gözlerindeki ışıltıyı birleştirip hınzırca gülecek “Şımarma, cidden ne vardı?” diyecek.

Bakışlarımdan daha ciddi ne olabilirdi ki o gün? Neyse yine de kadının istediği cevabı vermedikçe tutsaksınız. “Kırmızı bir bluz, uzun ve çiçekli bir etek, büyükçe küpelerin, rakı kadehini kavrayan bordo ojelerin…” Otur 100!

Oturayım.

Meyhaneye önceden gelip oturmuştum bekletmemek için. Sanırım tek iyi huyum bu olabilir. Dakik biriyimdir. Önceden gidip sessizce pusuya yatar, kararlaştırılan zamanı avlamak için akrebin ve yelkovanın sessizce gelmesini beklerim. Onlardan önce geldi benimki. Evet hala benim. Bir süre daha. Bir süre sessizlik oldu aramızda. Söze nasıl gireceğimi, daha doğrusu önce kimin söze gireceğini bilmiyordum. Garson yardıma koştu: “Ne alırdınız efendim?” Mezeler, birer duble rakı. “İlk buluşmamız da buradaydı.” dedim. “Evet.” dedi, gülümsedi. Bu onun “zorunda” gülümsemesiydi, tanırdım. Çantasını, paltosunu toparlar gibi yapıp zaman kazanmaya çalıştı. Belli ki o da ne diyeceğini bilmiyordu.

Garson ikinci kahramanlığını yapıp siparişleri getirdi. Bu gecenin adamı olmaya aday. Ancak böyle bir gecede garsonun beni ezip geçmesine izin veremezdim.
Kadehi dudağına götürürken “O gece de rakı içiyordun.” dedim. “Ancak ojelerin bordoydu, şimdi kırmızı.” Bunu hatırlayabildiğime şaşırmış olmalı. “Beni etkiledin, biraz geç de olsa.” dedi. “Geç değil.” dedim. “Hala çok gencim.”

Derin bir nefes aldı. O nefesi çektikçe anason ve efkâr benim ciğerime yayıldı. Bak, dedi. Bana eskisi gibi bakmadığının farkındayım. Ben de sana öyle bakmıyorum. Bilmiyorum, bir şey oldu. Sanki bıçak gibi kesildi. Sanki gece gündüz yanımda olan adam şu an bana yabancı. İnan bilmiyorum sebebini. Nasıl anlatsam… Yapbozdan büyük bir parça kaybolmuş ama yapboz yine de tammış gibi.
Çok saçmaymış, dedim. “Sevmenin nesi mantıklı ki zaten?” dedi. Hak verdim. Sevmek akıl işi değildir. Eğer akıl işi olsaydı şu anda Müzeyyen Abla “Gönül aşkınla gözyaşı dökmekten usandı artık.” diye gönlümüze değil aklımıza seslenirdi. Müzeyyen Abla’yı her zaman haklı bulurum. Müzeyyen Senar’ın tanrı olduğu kesin. Özellikle birkaç kadeh geçince. Ancak ne tanrısı olduğunu çıkartamadım henüz.

“Ne düşünüyorsun?” dedi. Kendime geldim.
-Haklısın sevmek akıl işi değil. Borsada bir prensip vardır. Varını yoğunu tek bir kâğıda yatırmazsın. Paranı bölersin ki biri batarsa diğeri çıksın, senin de ayakta durma şansın olsun.
-Borsayla ne alakası var yahu? Sen paradan nefret edersin, senden daha romantik örnekler beklerdim. Formdan düşmüşsün, diye güldü.
-Ben, dedim… Varımı yoğumu, tüm sevgimi sana oynadım.
-Ah hep şu sözlerinle kandırmadın mı beni?
-Kandırmadım. Ben hep seni sevdiğimi söyledim, bunun aksi bir şey yapsam kandırmış olurdum. Yapmadım. Ben Jet Fadıl mıyım?
-Aman cıvıma be! dedi gülerken. Ben de güldüm.
-Ben buraya senden şikâyetlerimi söylemeye, ağlamaya ve ayrılığımızın adını koymaya geldim, neden güldürüp duruyorsun?
Ayrılık… Kale duvarlarına tırmanan askerlerin üstüne kaynar zift dökerlermiş ya işte onlar bile şu lafı onun dudaklarından duyduğumda yandığım kadar yanmamışlardır. Gözlerim doldu. Sorarlarsa sigara dumanı yakmıştır. Erkek bir adam olarak (Erkek olduğuma dair sünnet fotoğraflarım var, belgelerle konuşurum.) ağlamamak gerekir. Şakaya vurdum:

-İlişkinin başında “Aşkım biz neyiz, ilişkimize bir isim koyalım mı?” diyeni gördüm de ayrılırken ayrılığa isim koyanı ilk defa görüyorum.

-Bak … dedi. Böyle başladığı zaman sonu hayırlı bitmezdi. Bitmedi.

İçtik, Müzeyyen Abla içti, Müslüm Baba, Safiye Ayla, Melahat Pars… Afiyet olsun. Anlattı. Ne menem bir adam olduğumu, neden böyle olduğumuzu, âşık olduğumuz yere dönüp neden ayrıldığımızı…

İçtik, çok içtik. Daha doğrusu benim boğazımdan geçmedi de o içti. Ben onun içtikleriyle sarhoş oldum, söyledikleriyle efkârlandım. Hak verdim, en çok da haklı olması dokundu ciğerime. O anlattıkça ben duymuyor, burada ilk rastladığımdaki hali karşımda oturuyordu. Duymuyordum ama haklıydı biliyordum. Ne de olsa bana bir kez bile yalan söylememişti.

Müzeyyen Abla imalı bir şekilde “Elveda Meyhaneci” deyince kendime geldim. Müzeyyen Abla haklıydı. Meyhanede bizden başka neredeyse kimse kalmamıştı. Müzeyyen Abla’yla sözleşmiş gibi “Hadi kalkalım.” dedi benimki. Kadın dayanışması her yerde. Benimki derken, ağız alışkanlığı. Hesabı istedim. Bu sefer hesap tartışması yapmadı, zaten yapacak halde değildi. Hesabı ödedikten sonra fark ettim. Gözleri kızarmıştı, benim içime ağladığım kadar o da yüzünü ıslatmıştı. Onun yüzüne düşen her damla benim içimde patlayan volkan…

Bu halde bırakmayayım seni gel evine bırakayım da aklım kalmasın, dedim. Yolda biraz içi geçti. Eve geldiğimizde koluna girip çıkarttım merdivenleri. Kapıdan girdiğimizde üzerime yığıldı. Düşecek sandım, kafasını kaldırdı. Bırakmam lazım seni, dedi ama seviyorum. Dudaklarıma yaklaştı. İlk öpüşmemiz gibi öptü, hemen tanıdım.

-O kadar şikâyet ettim seni sana. Olmayan bir şeyler var ama senden doğrusu da yok. Sen altın anahtar değilsin ancak benim kilidimi açan anahtar sensin.

Gülümsedim. Bunu ona ben söylemiştim. Şimdi bir yerde okuduğunu düşünüp bana satıyor olacak. Söylediklerinden vazgeçmiş olması, yeniden birlikte olmak istemesi, Müzeyyen Abla’ya, Safiye Ayla’ya rağmen… Beni mutlu etti. Yatağına yatırıp üzerini örttüm. Saçlarını okşarken “Buldum.” dedi sayıklar gibi. “Neyi buldun?” diye sordum. “Ayrılığımızın ismi bumerang olsun. Her ayrılığımız dönsün dolaşsın en başa, o meyhaneye gitsin. Yeniden başlayalım.” Saçlarından öptüm. Okşarken saçlarını uyuyakaldı. Saçlarını okşayınca hemen uyurdu.

Bir sigara yaktım pencerenin kenarına oturup. Uyanık olsa terlik fırlatırdı bunun için. Bir annem bir o. İnsan sevdiğini terliğiyle de seviyor. Çok seviyorum dedim içimden. Uyurken bir katil bile masumdur. İnsan sevdiğini uyurken daha çok sever. Çok seviyorum seni. Ama biliyorum ki sevmek yetmeyecek. O meyhanede ilk gördüğümde de seviyordum, bu gece de seviyordum. Sevmek yetseydi bumerang gibi dönüp durmazdık. Ben bumerang oynamak istemiyorum ki ben kalbine ok gibi saplanmak istiyorum. Sayıklıyordu. Belli ki daha tam dalmamış uykuya. Kalemimi, kâğıdımı çıkarttım cebimden. Bir veda mektubu yazmalıydı. Yok yok, o benim şiirime alışkın. Bir veda şiiri. Veda tatsız bir kelime. Şiir işte. Ben yazayım da ne şiiri olduğuna kendisi karar versin. Önce şu 12 yaşımdan beri akmamış paslı gözyaşlarımı sileyim. Yüzümü yıkasam? Yok, su sesine uyanır.
Yazdım, yırttım, yazdım, yırttım… Defter bitmeden, güneş doğmadan dökmeliydim içimi. Döktüm:




Sen şimdi uyuyacaksın
Sen gözlerini kapatınca dünya kararacak
Yağmurdan sonra toprak kokusu gibi düşecek göğsüme saçların
Sen rüya göreceksin, uyanacaksın
Ve sen uyandın diye başlayacak yeni gün
Sen gözlerini açınca dünya aydınlanacak
Sevda bilmeyenler güneş doğdu sanacak
Bilir misin
Dünyanın tüm güzelliklerini paylaşmak isterdim seninle
Yağmur kokusunu, çocukların gülüşünü,
Ağaç gölgelerini, yaz gecesi serinliğini,
Kütüphaneleri, deniz kenarlarını, dağ zirvelerini,
Çiçekleri, oyuncak bebekleri, haklı isyan seslerini
Dünyayı arındırıp pasından kirinden
Yastığının başına koymak isterdim sen uyurken…

Yapamadım işte. Ama isterdim. Şu şiiri bile bitiremedim kaybolup gitmeden. Ama bilirim sen beni yarım şiirlerle bile anlarsın. Sen beni birçok kez susarken bile anlamıştın.
Yine öptüm saçlarından. O saçların kokusundan ayrılmak kolay mı sanıyorsunuz? Yavaşça çektim kapıyı. Sokak lambası, hafifçe yağan yağmur… Hiçbiri yok. Kuru bir hava ile sönmüş, bozuk lambalar. Bana inat!

-Abi bir lira var mı be?
-Siktir lan!



Üye olursanız yeni yayınlardan anında haberdar olabilir, beni ilk siz gömebilirsiniz. Teşekkürler Homo okuyans! 
https://www.instagram.com/anormal_kitaplik/
https://www.youtube.com/channel/UCaLDsJFGk0o5mW1tzi3EBgQ/videos

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

9 Numara

Sızdığım koltuktan sıçrayarak uyandım. Gece yarısına az kalmıştı. Telaşlandım. Eyvah eyvah, ne yapacağım? Burnuma kızarmış ekmek kokusu geliyor. Gece yarısı kızarmış ekmek? Başım belada belli ki. Çünkü sinirlendiği zaman yemek yer. E haliyle benim gibi biriyle birlikte olduğundan biraz kilo aldı desem yalan olmaz. Tabi bu düşüncem beynimden dilime yuvarlanırken bazı cümleler takla atıyor, bazı kelimelerse sağa sola çarparak bambaşka bir şekil alıyor ve dudaklarımdan  “Yoo ne kilosu hayatım, çok güzelsin.” şeklinde çıkıyor. Evet yuvarlanırken…beynimden… evet damağıma çarpıyor kelime… sensin kılıbık! Yemeye odaklandığı bu gibi zamanlarda geceyse ekmek kızartır, gündüz ise yapması saatler sürecek bir yemekle uğraşır. Keskin bıçakla kabuğunu soyduğu şey domates gibi görünse de aslında benim. Derimi yüzmek istediği için bunu domatese yansıtırdı. Psikanaliz azizim, önemli. Kızgın yağa atılan malzemeden çıkan cozur cozur sesler tüylerimi ürpertirdi. Çünkü bilirdim ki orada pişen asl

KÜÇÜK ADAM

Bu güzel Nisan akşamında 77 sene evvel bugünlerde gerçekleşen acı bir olayı hatırladım. 77 sene evvel bugünlerde güzel havalar tarafından Orhan Veli’ye bir komplo kuruldu.  Bu komplo öylesine ani ve akıl alıcıydı ki insan mahvoluyor, işini kaybediyor, tütüne başlıyor, karnını doyurmayı unutup şiir yazıyor ve daha kötüsü âşık bile olabiliyordu. 77 sene evvel Orhan Veli’ye kurulan bu hain tuzağa şimdi ben düşüyorum. Avarelik… Hayatı ciddiye almak için elimden geleni yapsam da Orhan Veli ile tanıştığımdan beri beceremiyorum. Onu güzel havalar mahvediyor beni ise bütün havalar. Yağmur yağdığında yağmurda ıslanmak, kar yağdığında kardan adam yapmak, rüzgârlı havada rüzgara karşı tükürmek, güneş açtığında kıyafetlerimden kurtulup güneşi tenimde gezdirmekten daha önemli bir iş göremiyorum. Dışarıda bunları yapmak varken kıçımı günde bir saat kadar koyduğum koltuğun taksitleri için çalışmak insanın saçını beyazlatıyor. Orhan Veli gibi istifa ediversem? Avareliğin kitabını yazsam otur